Sessizliğin Siyaseti: Türkiye ile Avrupa Arasında Yeni Bir Dönem mi?
Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik yeni Schengen vize kolaylığı açıklaması kamuoyunun pek alışık olmadığı bir dönemde geldi: Tam da ilişkilerin neredeyse hiç konuşulmadığı bir sessizlik evresinde.
Bir zamanlar Türkiye–Avrupa Birliği ilişkileri hem siyasal gündemin hem de kamuoyunun ana başlıklarından biriydi. Adaylık süreci, reform paketleri, uyum kriterleri ve Brüksel merkezli diplomatik trafik gazetelerin manşetlerini doldururdu. Bugün ise bu ilişkinin adı anıldığında ilk akla gelen belirsizlik ve sessizlik. Ne Ankara tam üyelik perspektifini öncelikli hedef olarak ortaya koyuyor ne de Brüksel genişleme vizyonuna Türkiye’yi dâhil ediyor.
Bu sessizlik yalnızca gündemin değişmiş olmasıyla açıklanamaz. Aksine bu durum ilişkilerin sessizce başka bir faza geçtiğini düşündürüyor. Zira taraflar resmi çerçeveleri korusa da birbirlerini artık eski tanımlarla konumlandırmıyor. Türkiye çok merkezli dış politikasında Avrupa Birliği’ni yalnızca işlevsel bir aktör olarak değerlendirirken AB de Türkiye’yle ilişkiyi
üyelik temelinde değil daha çok sınırlı alanlarda işbirliği zemininde sürdürmeyi tercih ediyor.
Ancak bu dönüşümün en çarpıcı yönü tarafların bu yeni durumu açıkça ifade etmekten imtina etmesi. Ne bir kopuş ilanı var ne de ortak bir gelecek vizyonu. Adeta karşılıklı bir kabulleniş söz konusu: İlişkiler, mevcut yapısıyla sürsün fakat beklentiler yükseltilmesin.
Bu tablo siyaset teorisinde “stratejik sessizlik” olarak tanımlanabilecek bir dengeyi andırıyor.
Taraflar arasındaki temel görüş ayrılıkları derinleşmiş olsa da göç yönetimi, ticaret, enerji güvenliği gibi alanlarda karşılıklı çıkarlar geçerliliğini koruyor. Ancak bu çıkar ortaklığı ilişkilerin dinamik ve bütüncül biçimde ilerlediğini göstermiyor; aksine sınırlı ve kontrollü bir iletişim biçimine işaret ediyor.
Geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği ve Türkiye tarafından açıklanan vize kolaylığı paketi de bu sınırlı işlevselliğin bir örneği. Ancak sahadaki gerçeklik farklı: Vize alma sürecinden önce artık vize randevusu almak bile neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Schengen bölgesi konsoloslukları yoğunluk gerekçesiyle aylar sonrasına tarih veriyor ya da sistemsel erişim
kısıtlarıyla süreci zorlaştırıyor. Bu çelişki AB’nin Türkiye’ye yönelik yaklaşımında sembolik adımların yapısal sorunları gölgelediğini gösteriyor. Schengen kolaylığı teknik bir düzenleme sunarken kamuoyunda gerçek bir iyileşme beklentisi yaratmıyor.
Bugün Türkiye’nin Avrupa’daki görünürlüğü yalnızca devlet düzeyinde değil; toplumsal düzeyde de kritik önemde. Avrupa’da yaşayan milyonlarca Türk kökenli insan bu ilişkinin doğal sosyal zeminini oluşturuyor. Ancak bu canlılık siyasi düzeyde karşılık bulamıyor. Geriye düşen siyasi irade ve ortak vizyon. Avrupa–Türkiye ilişkileri artık sadece başkentlerin
iradesine değil toplumların birbirine dair tahayyülüne de bağlı.
Bu ilişki uzun yıllar boyunca ya aşırı iyimser bir entegrasyon diliyle ya da kriz temelli söylemlerle ele alındı. Belki de artık üçüncü bir dile ihtiyaç var: Gerçekçi çok boyutlu ve karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki dili. Sessizlik bu dili inşa etme fırsatı yaratabilir; ancak eyleme dökülmediği sürece bu suskunluk bir süreklilik haline de dönüşebilir.
Zaman bu stratejik sessizliğin bir geçiş mi yoksa bir terk ediş mi olduğunu gösterecek.
Şimdilik görünen iki tarafın da yüksek sesle konuşmaktan çok düşük sesle yön tayin etmeyi
tercih ettiğidir.
The post Sessizliğin Siyaseti: Türkiye ile Avrupa Arasında Yeni Bir Dönem mi? first appeared on Hollanda Haberleri.