Bu kitabın hazırlamasının her aşmasında büyük emeği olan Halit Ağabey ile yine 40 portre hakkında konuşuyorduk. Kimlerin öyküsünü hangi kıstaslara göre yazdığımı sormamıştı hiç, o gün de sormadı. Her yazdığım portreyi elektronik posta ile yolluyordum ona; o da okuyor, düzeltiyor, tavsiyelerde bulunuyordu. Yirmi kişinin öyküsünü okumuş olduğundan dolayı yazacaklarım hakkında da ne düşündüğümü birebir tahmin edebiliyordu. Şu anda yolun ( kitabın) yarısındayım ağabey fakat beynimdeki portreleri bulmakta zorlanıyorum, dedim. Elini çenesinin altına götürdü, “Hım!” dedi bilgece ve ardından Profesör Sevil hanımı tanıyıp tanımadığımı sordu. O güne kadar adını bile duymamıştım! Birkaç gün sonra günlük olağan görüşmelerimiz için aradığımda, “Bugün saat 16:00 da vaktin varsa gidebiliriz. Profesörümüzün vakti uygunmuş, bizi bekleyecek.” dedi. Randevuya beraber gitmeyi önermiştim çünkü Sevil hanımla olan kadim dostluklarından söz etmişti.
O ana kadar yaptığım yirmi söyleşinin kahramanları daha önceden az veya çok, ya da çok iyi tanıdığım kimselerdi. Sevil Hanım hakkında tek bilgi bile vermeyen, bu konuda oldukça ketum davranan Halit Ağabeyin bu davranışından biraz da olsa duyduğum rahatsızlığı ve gerginliği belli etmemeye çalışıyordum. Sevil Hanım’ın evinin kapısına geldiğimizde gerginliğim bir yay gibi boşalıverdi. Bizi içten, samimi, Anadolu insanına özgü güler yüzle, misafirperverlikle kapıda karşılaması, Halit Ağabeyin kız kardeşinin evine girer gibi rahat ve babacan tavırları sonunda üstümden bir yük kalkmış gibi oldum.
Sevil Hanımın Türk usulü demlediği çayı ve çeşitli ikramları takdim ederken o ana kadar sergilediği misafirperverliği, aynı zamanda mutfaktaki maharetinin de bir göstergesiydi. Halit Ağabey, “Bu masalarda Türk mutfağından onlarca yiyecekle çok ağırlandık.” dedi, dört sokak ötesindeki komşusu, dostu, kardeşine övgü dolu sözlerle. Tavşan kanı, mis gibi çaylarımız kalın belli Türk çay bardaklarında (Türkiye’de Ajda Pekkan Bardağı olarak adlandırıldığını duymuştum bu büyüklükteki bardakların) ikram edildi. Ve Sevil Hanım çocukluğuna, gençlik anılarına, okul yıllarına değinirken, zaman tünelinde yaptığı yolculukta bizi de yanına alıyordu. Yaşıyor, yaşatıyor, tekrar hissediyor ve hissettiriyordu.
Onun anlattıklarını dinledikçe, Halit Ağabeyin de birçok şeyi ilk defa duyduğunu söylemesi gazetecilik gururumu okşamıyordu dersem yalan olur. Yaşam öyküsünün özellikle Hollanda’ya geliş tarihine kadar olan kısmını dinlediğimde ne gariptir ki, ben bu hikâyeyi sanki defalarca dinledim, duydum hatta yaşadım gibi hislere kapılıyordum. Türk filmlerinde sıkça rastladığımız senaryoların tıpa tıp aynısıydı çünkü Sevil Hanımın hayatının büyük bölümü.
FİLM BAŞLIYOR
O, zamanının, beyninin, yüreğinin tamamını işine, mesleğine, çocuğuna ve az ama öz sayıdaki dostlarına ayırdığı için bir kadın olarak yaşını saklamak gibi takıntısının olmadığını, dobra bir insan olduğunu daha baştan belli ediyordu: “1957 doğumluyum.” Babasını, annesini sorduğumda bizden önce annesinin ölümü dolayısı ile başsağlığına gelen misafirlerinin olduğunu öğreniyor ve ben de başsağlığı diliyorum. Konuşmasını, babamı altı aylıkken kaybetmişim diye sürdürüyor. Babası hakkında anlatacakları annesinden duyup, öğrendiklerinden ibaret. “Üç kız kardeşin en küçüğüyüm. Bir de büyük ablam var, bizler doğmadan babamın fakirlik yüzünden çocuklarına bakamayan, on iki çocuklu bir aileden evlatlık olarak aldığı ablam. Dört kız kardeşiz kısacası.” Anaları, babaları aynı olmasa da öz ablalarından ayırmadığına, öz ablaları kadar sevdiğine inanıyorum. O anlatmaya devam ediyor: İlk, orta ve liseyi Kayseri’de okudum.” Her sınıfı taktirle, iftiharla geçen Sevil Hanım tüm derslerin İngilizce olarak verildiği liseyi bitirdikten sonra girdiği üniversite sınavlarında İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesini kazanır. Kayseri nere, İstanbul nere? Yıllardan 1976! Sokakların kan gölüne döndüğü yıllar. Annesinin yüreği el vermez biricik kızını tek başına koca şehir İstanbul’a yollamaya. Üç ablası evlenmiştir, bir ana bir kız, can yoldaşıdır birbirlerine. Ama okuması lazımdır Sevil kızın. Anne yüreği bu, hem okumasını ister, hem de yalnız başına yollamaya gönlü razı olmaz. Çare, bir ev tutmak ve birlikte gitmektir İstanbul’a. Görenin sevdalandığı, görmeyenin görmek için can attığı şehir, İstanbul.
“Ben İstanbul’u tanımadım ki seveyim o zamanlar!” sözleriyle hayretler içinde kalıyorum. İstanbul ve sevmemek, ne kadar zıt iki kelime! Anlattıklarına tutunarak çıkıyorum hayret sarmalından. Anlattıkları beni lise yıllarıma götürüyor. “Fakültemiz bir yıl boyunca kapalı kaldı; boykotlar, gösteriler, öğrenci olayları yüzünden. Ayrıca ülke ekonomik olarak da kara günler yaşıyordu. Günlerce evden çıkmazdık. Temel gıda maddeleri, tüp gaz kuyrukları; kısaca yoklukların, siyasi olayların, kaosun içindeki İstanbul ne kadar sevilir, ne kadar yaşanır? Soğuk kış günlerinde yakacak bulamayınca, annem tuluklara* sıcak su doldurur ayaklarımızın altına altına koyardı.” diye anlatıyor. Hollanda’nın sayılı, ender bulunan sıcak bir gününde, yıllar öncesinin soğuğunu iliklerinde duyuyor olmalı diye düşünüyorum. Bir düşünce dalgası daha dolaşıyor beynimde çayları tazelemek için kalkmasıyla birlikte. Bu, sıcak çay alışkanlığı da o günlerden kalma olmalı, içimiz ısınsın diye içilen. Dersleri, çizimleri bittiği gecelerde ana kız koyun koyuna sokuldukları gecelerde anlatmış ona gül yüzlü anacağı, yüzünü bile görmediği, altı aylıkken kaybettiği babasını.
“Babam koyu Demokrat partiliymiş. Hatta Demokrat Parti’nin kurucularından ve Başbakan Adnan Menderes’in sağ kolu Şaban Sarıyıldız. Demokrat Parti, Kayseri deyince ilk akla gelen, eşraftan, hatırı sayılır, itibarlı bir adam. Kayseri’de birçok ilkin altında Şaban Sarıyıldız imzası vardır. Şeker Fabrikası, un fabrikası, petrol ofis bayiliğinin yanı sıra Kayseri Hakimiyet Gazetesi’ni de çıkarmış. Bunlarla birlikte müteahhitlik de yaparmış. Bugün, Kayseri’de, Sivas’ta, Ankara’da onun yaptığı birçok resmi bina dimdik, âbide gibi hâlâ ayakta durmaktadır.” Bir masal kahramanı gibi anlattığı babası ile ilgili annesinden duyduğu en güzel anıyı unuttuğunu çayları bir kez daha tazelemeye gittiğinde hatırlıyor ve devam ediyor: “İran Şahı Pehlevi resmi bir ziyaret için Türkiye’ye geldiğinde Menderes ve Hükümeti Şah’ı gezdirecek, onun şanına uygun bir araba arama telaşına düşerler. Türkiye’de bir tek babamın sahip olduğu ‘Buick’ marka arabada karar kılar protokolden sorumlular. İran şahı Pehlevi, babamın arabası ile gezdirilir, gideceği yere götürülür.” Şah’a Kayseri plakalı (o dönemde numara yerine araç plakalarında şehirlerin adının yazdığını hatırlatıyor konuşmasına parantez açarak) bir araba tahsis edilmesi gündem oluşturmuş basında. Şaban bey henüz otuz üç yaşında geride bir eş (annesi Hasibe Hanım), biri evlatlık olmak üzere dört de çocuk bırakarak hayata veda eder en verimli çağında. Kokusunu tatmadığı, kucağına oturamadığı, yüzünü görmediği babasının hâtıraları, yeni kaybettiği annesinin acısı ile bambaşka bir âleme yolculuk yapıyoruz. Bir soruyla İstanbul’a, Yıldız Teknik Üniversitesi’ne döndürüyorum yine Sevil Hanımı ve söyleşinin yönünü. “Ne İstanbul’un güzelliğini, ne dostluğunu, ne de arkadaşlığını yaşayabildim. Tabir caizse, ben okulun ineklerinden (dersten başka şey düşünmeyen, devamlı ders çalışanlara yakıştırılan sıfat) biriydim. Bir sabah okula gitmeyi canım istememiş, bir saat gecikmeyle annenim ısrarıyla okula gitmek için evden çıkmıştım. Kendime göre inançlı biriyim. O gün bana malum olan ağırlık olmasaymış, bir saat önce evden çıksaymışım, öğrencilerin bindiği otobüse ben de binmiş olacaktım. O otobüs yine her zamanki vaktinde kalkmış ve makineliyle taranmıştı. Bir saatlik gecikme, içime doğan his olmasaydı, belki de o otobüsün içinde kurşunlananların arasında ben de olacaktım. Sınıf arkadaşımın silah çekerek, zorla, gazetelerini satarak, son beş liramı aldığı bir ortamda dostluktan, arkadaşlıktan söz edilebilir mi?” diye soruyor. O, “12 Eylül geldi de insanlar can derdine düşmekten kurtuldu” diye devam ediyor. 12 Eylül darbesine önce alkış tutan fakat sular durulunca 12 Eylül karşıtı olduğunu beyan eden binlerce insana karşın Sevil Hanım, sizin üniversite yıllarında yaşadıklarınızdan dolayı askeri ihtilali savunmanız, en azından ne kadar dobra ve mert olduğunuzun bir göstergesi, diyorum. Bu yorumuma, hiçbir dönemde, hiçbir siyasi parti veya oluşumun içinde bulunmadığını belirtiyor.
FRED BABA, ANNEKE ANNE ve CENNET HOLLANDA
Zor şartlar altında, 12 Eylül’e beş ay kala Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi 3. sınıfındayken burs alarak staj yapmak için yurt dışına gitmeyi kafasına koyar. Kariyeri için, Türkiye’de bulamadığı ortamı bulmak amacıyla İngiltere’yi planlamaktadır. “Sıkıntılı dönemler yaşıyorduk. Türkiye’de aldığım eğitimin yeterli olmadığını biliyordum. Çünkü bize Batı mimarisinin örnekleri olan eserlerin kolon sayısı, sütün sayısı ezberletiliyordu. Ne Osmanlı, ne de Şelçuklu mimarisi öğretiliyordu. Bu yüzden Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin güzel örneklerini yıkan ve Kayseri’yi beton yığını hâline getiren dönemin belediye başkanı ile, halamın kocası olmasına rağmen çok sert karşı çıkışlarım ve tartışmalarımız olmuştur. O yüzden bir an önce Türkiye’den gitmeyi istiyordum.” Halasının kocasının (eniştesi) adını telaffuz etmemesi, mimari bilgiden yoksun, tarihi eserleri yıkan başkana(?) olan kızgınlığı hâlâ devam ettiğinden olsa gerek…
Annesi, “Olmaz, seni yalnız bırakmam İngiltere denen o memlekete” der de başka bir şey demez. Sevil hanım, Avrupa’ya gitmenin çarelerini ararken aklına birden Hollandalı Fred babası ve Anneke annesi gelir. Lise yıllarındayken her yıl yaz aylarında tatil için gittikleri Antalya’da tanıştıkları Hollandalı bir aile Fred ve Anneke çifti. Fred Baba, Hollanda Kraliyet Hava Yolları’nda (KLM) pilottur. Sevil Hanımın, İngilizce eğitim alıyor olması sonucu, mükemmel İngilizcesiyle kurduğu ilişki her yıl geliş gidişlerle sıkı bir dostluğa dönüşmüştür. Sevil Hanımın, her “Fred Baba” deyişinde, evladın öz babasına duyduğu derin sevgi ve saygı ön plana çıkıyor, yaşayamadığı baba sevgisini ve özlemini Hollandalı Fred Baba’da bulduğuna inanıyorum. Daha sonra Fred Babanın kendisi için yaptıklarını duyduğumda yanılmadığımı anlıyorum. Biricik can yoldaşı, kızı Sevil’in İngiltere’ye gitmemesi için adeta Nuh deyip, peygamber demeyen Hasibe Anne, söz konusu Hollanda, Fred Baba ve Anneke Anne olunca sesini çıkarmaz, gönül rahatlığı ile “Bak Hollanda olur” der, izin verir kızına. 15 Temmuz “980 tarihinde Amsterdam Havaalanında Fred Baba’nın damadı tarafından karşılanır Sevil Hanım. Hemen ilk izlenimlerini öğrenmek istiyorum.
“Annem dini bütün, namazında niyazında bir kadındı. Cennet, ırmakları, gölleri ile yemyeşil ağaçlarıyla, parklarıyla, cıvıl cıvıl kuşları olan bir yer, derdi. Havaalanından Rotterdam’a gelirken içimden annemin anlattığı cennet burası, söylediklerinin hepsi burada var, diyordum. Staj yapacağı yer Rotterdam Belediyesi Baş Mimarının yanında Fred Baba tarafından önceden ayarlanır, üstelik staj yaptığı sürece maaş da almak kaydıyla. Türk kadınının üniversite okuyacağını bile tahmin etmeyen Hollandalılar Sevil Hanımın Türk olduğunu öğrenip şaşkına dönerler. Şaşkınlıklarının geçmesi ile soru yağmuruna tutarlar onu. Onların gözünde tek tip kadın imajı vardır ve Sevil Hanım, açık başı, kot pantolonu ile kalıplaşmış o Türk Kadını imajından çok farklıdır. Rotterdam Belediyesi’nin baş mimarı ile üç ay süresince inşatlara gider gelir, hazırlanan projelerde fikir yürütür. Sevil, işine olan bağlılığı, mesleğine olan sevgisi, bilgiye olan açlığı baş mimarın dikkatinden kaçmaz. Bir gün arkadaşı olan Fred Baba’ya Sevil hanımın Delft Teknik Üniversitesi’nde Master yapmasının uygun olacağını söyler. Fakat, sistemde Master olmadığını sadece beş yıllık eğitim olduğunu öğrenirler. Staj bitip Türkiye’ye döneceği günün akşamı Fred Baba, Hollanda’ya tekrar dönüp, burada eğitimini tamamlamak ve Master yapmak istersen, biz her şeyi araştırdık, gidince belgelerini gönder, gerisine karışma sözlerini hayatının en büyük sürprizlerden biri olarak anıyor. Fred Baba’yı da rahmetle yad ediyor. “Üç aylık staj bitmiş, Türkiye’ye dönüyordum. Uçakta kararımı verdim. Diplomamı alır almaz geri gelecektim Hollanda’ya. Diplomayı aldım ama annemden izin almak diploma almaktan daha zor oldu. Annemi bir yıllığına, Master için diye ikna etmeyi başardım ve 1982 yılında ikinci kez geldim Hollanda’ya.”
ÖĞRENCİLİKTEN PROFESÖRLÜĞE
Birçok teknik terimler, akademik bilgiler vermeden kısaca öğrencilikten profesörlüğe gidiş öyküsünü anlatıp, yaşamındaki çok ilginç noktaları anlatmak sanıyorum uygun olacaktır. Fred ve Anneke çiftinin gerçek BABA ve ANNE’den farklı olmadığına Sevil Hanımın ikinci gelişinde kendisine yaptıklarını dinledikten sonra kesinlikle inandım. Çünkü Fred Baba ve Anneke’nin Sevil’in tüm okul harçlarını, giderlerini karşıladığını, Rotterdam’dan Delft’e gidip gelmesi için pasolarına kadar aldığını, birçok insanın öz kızına, evladına bile göstermediği ilgi ve sevgi ile onu bağırlarına bastıklarını öğreniyorum. Yine birçok öz anne sabah uykusunu bölüp öz evladı için yataktan kalkmazken Anneke onun için her sabah kalkıp kahvaltısını hazırlamış, ütüsüne kadar yapmış, bunları minnetle anıyor.
Türkiye’den aldığı mimarlık diplomasının buradaki eğitim sistemindeki yerini belirlemek için denklik sınavlarına girer ve kaydını yaptırır Delft Teknik Üniversitesine. Gel gelelim, bir kelime Hollandaca bilmemesi sorun olur. Çünkü dersler Hollandaca verildiğinden hocaların ikinci kez İngilizce olarak anlatmak zorunda kalması diğer öğrenciler için kayıp demektir. Üç ay derslere ara verip bu süre içinde geceli gündüzlü Hollandaca kurslar alır. Üç ayın sonunda okuyup yazacak kadar öğrendiği Hollandacası ile dersleri takip etmeye başlar. Bir yıl sonra binlerce öğrenci arasından sadece ona asistanlık teklifi yapılır. Kabul eder. Aynı zamanda maaşlı olarak eğitimine de devam eder. Delft Teknik Üniversitesi’nde tek Türk, üstelik bayan olması, başarılı olmasını takdir edenler kadar çekemeyenler, önyargılarından kurtulamamış insanlarda vardır. “Benden önce bir Türk genci yalanlarıyla, dolanlarıyla çok kötü bir Türk imajı bırakmış. Kabak benim başıma patladı. Hazırladığım bir projeyi masasının üstüne bıraktığım bir profesör hemen milliyetimi sordu. Türk olduğumu duyması ile kaşlarını çattı, eli ile projemi kenara itti. Türkiye’de mimar ve mühendislik odasından aldığım kartı masasının üstüne koyup kapıyı çarpıp çıktım. Proje beğenilmiş ve artı puan almıştım. Ama bir Türk’ün bu kadar başarılı olması kabul edilemediğinden mi, kadın olduğumdan mı, sebebini hâlâ merak ettiğim bir psikolojik teste tâbi tutulmuştum. Adı da çok bilimsel bir test,. Asistanlık Psikolojisi testi!” O testten başarıyla çıktığını ve asistanlık görevine devam ettiğini söylüyor gülerek. Ben notlar almakla meşgulken, Halit Ağabey ilk kez duyduğu bu anıları pür dikkat dinliyor. Erkek ağırlıklı yapı teknolojisi bölümünde bir bayanın, üstelik Türk olması ile ilgili bir anısı da şöyle:
“Bir öğretim görevlisi iki yıl boyunca bir kez olsun ‘Merhaba’, ‘Günaydın’ bile demedi. Ben dediğimde ise cevap bile vermedi. Nasıl olduysa bu görevli Türkiye’ye gitmiş. Döndüğünde iki yıl boyunca sergilediği davranışlarından ötürü özür dileyerek, ‘Ben seni ve tüm Türkleri burada sokaklarda gördüğümüz Türkler gibi sanıyordum. Meğerse Türk insanını Türkiye’de tanımak gerekiyormuş’ dedi.” Hollandalı’nın bu davranışı üzerine felsefi bir tespitte bulunuyor Sevil Hanım; Bilinmeyen sevilmez, Sevgi doğurmaz.
Öğrencilik ve asistanlığının yanında bir de mimarlık bürosunda mimar olarak çalışmaya başlayan Sevil, mesleği ile ilgili tüm işlerini başarı ile yürütür. O zamanki adı ile Avrupa Topluluğu’nun (AB) finanse ettiği bir proje için Almanya’nın Darmstadt şehrine gider. Bir süre Almanya’da çalışır ve bu çalışmalarında geliştirdiği üç boyutlu tasarım software’i dünyada bir ilktir, altında Sevil Sarıyıldız imzası vardır. Almanya dönüşü Master tezini hazırlayan ve iftiharla veren Sevil Hanım ile Delft Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi olarak üç yıllık sözleşme imzalar. Bir yıl sonra elinde sözleşme ile oturma müsaadesini uzatmak için gittiği Rotterdam Yabancılar polisindeki işgüzar memur, daha önceki vizelerine bakarak, pasaportunun diğer sayfalarına bakmadan, “Derhal, en kısa zamanda Hollanda’yı terk edin!” diye sertçe çıkışır ve oturma müsaadesini uzatmaz. Bir telefonla Delft Üniversitesinin dekanı duruma müdahale eder, işgüzar memur Sevil Hanımdan özür dilemek zorunda kalır. Oturma müsaadesi ile birlikte Hollanda vatandaşlığına da başvurarak kısa zamanda bu hakkı da elde ederek Hollanda pasaportunu alır.
VAFTİZ ANNE, HALİT AĞABEY, KÜBRA ABLA ve GERÇEK DOSTLUK
İşlerinden dolayı sosyal faaliyetlere pek fazla zaman ayıramayan, dolayısıyla da fazla Türk tanıdığı ve çevresi olmadığını söyleyen Sevil Hanım’a Halit Ağabey ile nasıl tanıştıklarını soruyorum. “Yine Fred Baba sayesinde oldu. Bir gün göz doktoruna gitmiş ve Kübra Ablanın Türk olduğunu öğrenince ‘Benim manevi kızım da Türk’ demiş. Böylece tanışmış olduk. Ben çok şeyimi Fred Babama borçluyum. Kendisi babalık yaptığı gibi bana bir ağabey ve bir abla da kazandırmış oldu. Hollandalılar, Almanlar çok zor dost olurlar ama olurlarsa da dostlukları ölene kadar ve tüm varlarıyla yoklarıyladır. Prensipli insanlardır. Bakın bu kadar iyiliklerini anlattığım Fred Babam ve Anneke Annemin bir özelliğini de anlatayım. Bizim kültürümüzde masaya ne gelirse herkes doyana kadar alır yer, ikramda sınır yoktur. Oysa ütümü yapan, kahvaltımı hazırlayan Anneke Annem, sabahları evden çıkarken akşam yemeğine patates haşlayacağını (genelde patates haşlama olurdu akşam yemeklerinde) kaç tane yiyeceğimi sorar, ona göre haşlardı. O yüzden çok aç yattığım oldu!” Hani 15 temmuz 1980’de, ilk izlenimim olarak annemin anlattığı Cennet demişti Hollanda için. Fakat sayılı sıcak, güneşli günler bitmiş ağustos ayında deri ceket, manto ile dolaşmak dengemi bozuyordu ilk yıllarda, diyor. Son cümlesinin sayılı patates haşlaması ve aç yatması ile alakalı bir cümle olacağını düşünerek araya giriyor ve kendi anneannemin, “Aç insanın üstüne dokuz yorgan örtmüşler yine de ısınamamış.” sözünü söylüyorum. Her soru sorduğumda, ya da arada yorum yaptığımda mutlaka bir şeyler ikram etmek için kalkıyor yerinden. Darmstadt’ta Katolik Alman profesör bayan arkadaşı ile olan dostluğuna değinmeden geçemeyeceğini söylüyor: “Claudia ile sıkı bir dost olmuştuk, hoşgörülü ve Katolik kilisesine bağlı inançlı insanlar, Claudia ile eşi Bernhard. Doğan kızlarına benim adımı (Laura Sevil) koymuşlar dostluğumuzun ebedi bir nişanesi olarak. Vaftiz annesi olacağım kiliseye bildirilmiş ve kilisenin papazı Müslüman olduğumu öğrenince ‘Olmaz, Müslüman’dan vaftiz anne olmaz!’ demiş. Bunun üzerine Claudia ve eşi kiliseden çıkacaklarını söylemişler. Papaz benim vaftiz anneliğimi böylece kabul etmiş.” Gerçek dostluğun bir insanı inançlarından vazgeçirecek kadar güçlü, bir papaza inancının kurallardan ve prensiplerinden taviz verdirip geri adım attıracak kadar sağlam olduğunu söylemekten başka söz bulamıyorum.
BEYNİNİN GÜCÜ BİLEĞİNİN HAKIYLA
Delft Teknik Üniversitesi’nin öğretim görevlileri arasında adından ve başarılarından sıkça söz edilir Sevil Sarıyıldız’ın. Adı Teknik Tasarım ve Bilgisayar Uygulamalı Anabilim Dalı (Technisch Ontwerp & Informatica) olan kürsü kurulur. Dört yıl süren doktora çalışmaları yine iftiharla (Cum Laude) tamamlanır. Yeni kurulan kürsünün başına getirilmek istenen isim için kurulan komisyonun başkanı bir Yunanlıdır. Yunanlının bu kürsünün başına açıktan açığa bir arkadaşını getirmek istemesi sonucu diğer üyelerin veto etmesiyle komisyon dağılır. Yeni bir komisyon kurulur. Yeni komisyonunun gösterdiği tek aday Sevil Sarıyıldız takvimler 1993’ü gösterdiğinde profesör olarak görevine başlar. Delft Teknik Üniversitesi, Mimarlik Fakültesi, Teknik Tasarım ve Bilgisayar kürsüsü hakkında da bizi bilgilendiren Sevil Hanım; “Fakültemizde dünyanın birçok ülkesinden asistanlarımız var. Üniversitemiz Avrupa’nın sayılı üniversiteleri arasında haklı bir yere sahiptir. Toplam 13 bin öğrenci teknik dallara devam eder. Bunlardan üç bin üç yüzü, en büyük bölümü, ise Mimarlık Fakültesine kayıtlıdır. Biz bu 3300 öğrenciye bilgisayarla ders veriyoruz.”
Türk kadının toplumda yeri denilince batılı ülke insanların bu konuda bilgisizliği ortaya çıkıyor. Sevil Hanımın verdiği bilgiler ışığında 81 yıllık Cumhuriyet tarihimizde kadınlarımızın kat ettiği mesafeyi anlamak için şu gerçeğin altını çizmek gerekir: Türkiye’de kadın profesörlerin oranı yüzde 34 iken, Hollanda’da bu oran sadece yüzde 3’tür. Teknik alanda ise bu oranın dünya ülkeleri bazında yüzde bir olduğu göz önüne alınırsa Sevil Hanımın geldiği yerin, bulunduğu mevkiin önemi ve zorluğu daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Yalnızca Üniversite ile sınırlı kalmayan bilimsel çalışmaları arasında Bakanlıklara da danışmanlık yapıyor. Örneğin, bunlardan sadece bir tanesi, Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından Sevil Hanım’dan ‘kadının Hollanda bilimindeki yerinin yükselmesi’ için bir “ELÇİ” olarak görevlendirilmiş ve proje hazırlaması istenmiş. Bu projenin büyük bir kısmının hazırlandığını, son aşamasına geldiğini öğreniyoruz.
Türkiye’deki çeşitli üniversitelerin önerdiği ortak çalışmalar ve projeleri Sevil Hanım üniversitelerarası işbirliğine dönüştürmüş. Delft Teknik Üniversitesi’nin en üst seviyedeki Yönetim Kurulu Başkanı ve Mimarlık fakültesi dekanı ile birlikte bir heyetin Türkiye’ye gitmesini sağlamış. Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Sabancı Üniversitesi ile işbirliği anlaşmaları imzalanmış. Buradan giden heyetin Türkiye’deki meslektaşları tarafından sıcak bir şekilde karşılanması, Türk meslektaşlarının modern eşleri ile gösterdikleri misafirperverlikleri, heyetin dönüşünde imzalanan anlaşmalardan daha fazla gündem oluşturduğunu, konuşulduğunu gururla anlatıyor Sevil Hocanım. Heyette bulunanlar Türkiye hakkında daha önceki önyargılarından dolayı utandıklarını, hatta Türk misafirperverliği karşısında gittikçe küçüldüklerini hissettiklerini ifade etmişlerdir.
TÜRKLER ÇOK FARKLI
Bir akademisyen olarak Hollanda’daki Türkler hakkında bir değerlendirme yapmasını istiyorum. “Sokaktaki Türkleri değişenler ve değişmeyenler olarak ikiye ayırmak gerekir. Değişmeyenler geldikleri gibi kalanlar. Diğer taraftan bir patlama olduğunu söyleyebilirim. Yirmi beş yıl önce üniversitede bir ben vardım, şimdi her yerde, her alanda yığın yığın gençlerimiz var. Ticarette, meslek guruplarında, siyasette, her yerde. Çocukları yetiştiren annedir. Örneğin, anneleri Hollandalı, babaları Türk olan çocuklar genelde kendilerini Türk hissetmiyor, bazı istisnalar olabilir yine de. Türklerin konumları diğer yabancılara göre çok farklı: Atılımcı, girişimci bir ruha sahipler. Daha da önemlisi, Türkler Türk olmakla gurur duyarlar. Türk olmakla gurur duymak demek, kültürel değerlere sahip çıkmak ve onları yaşatmak, sonraki nesillere aktarmak demektir. Fakat bir kültürün değişmeden kalması söz konusu değildir. Çünkü kültür statik değil dinamiktir. Türk kültürü de yıllar içinde gelişiyor, değişiyor. Bu kaçınılmazdır. Buradaki doğrular seçilip, kendi kültürünün doğruları ile yoğrulup ortaya yeni bir kültür çıkması kaçınılmazdır.” Sevil Hanımın dokuz yaşında olduğunu öğrendiğim oğlu Okan, zaman zaman sorduğum sorulara mükemmel Türkçesi ile karşılık veriyor. Annesi, Hollandalı komşularının sorusu üzerine Okan’ın kendisini Türkçe daha iyi ifade ettiğini söylediğini anlatıyor. Halit Ağabey ise Okan’ın aynı zamanda İngilizce’sinin de çok iyi olduğunu ekliyor. Zeytin karası gözleri, esmer teni, simsiyah saçları ile tam bir yağız Anadolu delikanlısı şimdiden. Arkadaşlarının Türk olmasından dolayı davranışlarını hem Türkçe hem de Hollandaca olarak yazdığı bir şiirle protesto etmiş Okan. Şairliği, kalem erbabı olacağının ilk belirtileri. Türkçesinin yetersiz kaldığından mı cümle içinde bazı kelimeleri İngilizce ya da Hollandaca söylediğini belirtiyorum. “Sık kullanılmayan kelimeler olduğu için. Ama Türkiye’ye gidince, bir haftada düzeliyor.” diye cevaplıyor. Halit Ağabey, Erciyes’in eteklerinde bir ev yapsa, hangi mimari tarzda yapacağını soruduğunda Sevil Hanım, tek kelimeyle “Osmanlı Mimarisi” diyor. Aslında bu bana Halit Ağabey’in bir tiyosu. Türkiye özlemini, dönüş fikri olup olmadığını sorup söyleşinin sonlandırma zamanı.
“Annemin ölümünden sonra bir kez daha ve net bir şekilde anladım ki ait olduğumuz topraklar orada. Annem ölmeden önce bu kadar net konuşamıyordum ama annemin kaybı ile düşüncelerim de değişti. Burada bulamadığım eşin, dostun, aile sıcaklığı orada atayurdumda var.” diyor ve görünür bir duygu seli oluşuyor yüzünde ve sesinde. Kayseri’de ticarete aklı çalışmayanları okuturlarmış, demişti Kayserili bir ağabeyim (Nurettin Pekbay). “Bir kimse Kayserili olduğunu söylüyorsa Kayseri’nin milli marşı ne diye soracaksın, bilemezse hakiki Kayserili değildir!” demişti Pekbay Ağabey, esprisi yaparak. Aklıma gelmişken Sevil Hanıma sormayı ihmal etmiyorum. Cevap: “İki tane marşı var Kayseri’nin. Biri Gesi Bağları, öteki Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun?”
Ben sadece birincisini biliyordum, bakalım diğer Kayserililer ne diyecek? Türkiye’ye olan özlemini dile getiriyor ve ekliyor. “Babaannemin bir sözü vardı: Gölün tadı ördeğinen kazınan, Evin tadı gelininen kızınan, derdi” Kazların, ördeklerin gölü; gelinlerin, kızların evi tatlandırdıkları kadar bu söyleşinin de bu kitabı tatlandıracağına inanmak hakkım olsa gerek…
Sevil Hocam, kolay gele.
* Tuluk, içine su doldurulan tulum, deriden veya plastikten yapılan ağzı kapalı su kabı.
Hollanda’ya göçün 40. Yılında Yavuz Nufel’in 40 Yıl 40 İnsan 40 Öykü kitabından alıntıdır.
NHaber.nl